24 Şubat 2021 Çarşamba

Büyülü Dağ " Der Zauberberg" Thomas Mann (1924)

Buddenbrok Ailesi romanı ile edebiyat dünyasının dikkatini çeken, Nobel Edebiyat ödüllü büyük Alman romancısı, zaman üzerine bir başyapıt armağan ediyor dünyaya. 1924 tarihli Büyülü Dağ; zaman, mekân ve hareketin algılanışı üzerine kurgulanmış etkileyici bir yapıt. Mann daha ilk sayfalardan itibaren bu “zaman sorunu”na değinerek romanın oturtulacağı problemi okuyucuyla paylaşıyor. Anlatı boyunca merak duygusu harekete geçirilmektense, okuyucunun olayları, hareketleri, zamanı izlemesi için ona fırsatlar sunuluyor. Daha önsözde anlatıcı ve yazar arasında da bilinçli bir ayrım çiziliyor. Tüm bu elemanların; zaman, mekân, hareket ve anlatıcının irdelenmesi yahut altının çizilmesi Mann’in bu anlatı elemanları üzerine ciddi şekilde mesai harcadığının da göstergesi mahiyetinde. Thomas Mann “bildungsroman” adı verilen gelişim, büyüme romanlarıyla tanınan bir isim. Büyülü Dağ’da da başkahraman Hans Castrop’un uzun süreli gelişimi söz konusu. Hans Castrop yirmili yaşlarında, hayata atılmak üzere gemi mühendisi olmayı tasarlayan bir Alman genci. Bu özelliklerin altı şiddetle çizilmeli zira Mann bunların hepsini titizlikle seçmiş bulunmakta. Kişilik oluşumu için çok önemli olan yirmili yaşlarındaki kahramanımız, metafizikle işi olmayan hayatın etine kemiğine tutunan bir mesleğe atılmak üzere, gemi mühendisliği hem de buharlı gemiler. Buhar gücüyle çağ atlayan Avrupa ve deniz; kahramanımız için bu iki öğe birçok şey ifade ediyor. Ayrıca Hans Castrop, aristokrat denebilecek bir aileden gelmekte, ebeveynlerini ve büyükbabasını da küçük yaşlarda kaybederek “ölümün bayağılığını” çoktan keşfetmiş biri. Hans Castrop mühendislik için stajına başlamadan önce üç haftalığına, Davos’taki bir sanatoryumda tedavi gören kuzenini ziyaret etmeye karar verir. Kitap tam da Castrop “düzlükten yukarılara çıkarken” başlar. Trenin ağır ağır, başı dumanlı dağlara tırmanışı yani mekân değişimiyle. Castrop her nereden geliyorsa gelsin artık hiçbir şeyin aynı kalamayacağı başka bir mekâna ayak basmıştır. Mitos düzleminde bir okuma yaparsak bu yukarıya tırmanışa “sıradan adamın yola çıkışı, eski dünyadan ayrılışı” diyebiliriz. Bu ziyaret, Joachim Ziemmsten’ın yanına, Berghof sanatoryumuna yapılmaktadır. Mekân, karakterimizin dış dünyadan izole olması yani iç dünyasını keşfi ve böylece metamorfoz geçirmesi için seçilmiştir âdeta. Dış dünyaya bir dağın tepesinden, uzaktan, kuş bakışı bakan; mevsim geçişlerinin kalkmayan kardan dolayı anlaşılmadığı; her milletten insanın gelip şifa aradığı bir alan. Mann büyük ihtimalle burayı bizzat ziyaret etmişti. Fakat roman türünün o dönemdeki gelişimi açısından bakıldığında anlaşılır olsa da bu mekân değişiminin sık sık altının çizilmesi, “aşağılar” ve “yukarılar” arasındaki farkın sürekli yinelenmesi kör göze parmak hâline gelmiş. Yukarıya çıkış neticesinde, “çağrının reddedilişi” olarak okunabilecek tepkiler vermeye başlıyor Castrop’un bedeni, belki de kitabın ilerleyen sayfalarında da işlenecek beden – ruh ikilisine dair de bir başlangıç bu bedensel tepkiler. Castrop’un yüzü kızarıyor, ateşi çıkıyor, her gün bir bardak içtiği siyah birasını içemez oluyor ve normalde ağzından düşmeyen Maria Manchi purosu midesini bulandırıyor; günlük rutini dağın nefesiyle kâğıttan bir ev gibi yıkılıyor.
Hans Castrop için zaman yavaşlıyor, günler yıllar gibi geliyor artık ona. Bu günler uzun ayrıntılı sayfalarla okuyucuya da yıllar gibi hissettiriliyor. Aslında Mann, fizik dünyasını sarsmış Einstein’ın genel ve özel görelilik kuramlarını kanıtlarcasına bir roman yazmak için kollarını sıvıyor. Mann için de gerçekliğin, romanın dördüncü boyutu zaman. Bütün varlıklar gibi zaman da göreli ve zaman, mekân ve hareketten bağımsız düşünülemez. Böylece Castrop ve okuyucu zamanın göreceliliğiyle tanışıyor. Zaman sorunuyla ilgili işaret edilmesi gereken bir başka nokta ise zamanın bölmelerinin olmadığı ve aslında bir bütün olduğu, linear olmadığı bilakis dairesel olduğu. Mekânın bir getirisi olan kar ve bu karın hiç kalkmayarak mevsimsel zaman dilimlerinden muaf olması Castrop’un ve yukardakilerin zamanı dilimlendirmelerini engelliyor ve zaman dilimleri gerçekliğin göreceliği bağlamında irdeleniyor.
“Zaman evrenin ölçülemez tekdüzeliğinde boğulur ve tekdüzeliğin olduğu yerde, bir noktadan başka bir noktaya hareket etmek hareket olma niteliğini yitirir; hareket hareket olmaktan çıktığında da zaman olmaz.”
Yine kahramanın yolculuğunu izlersek Castrop’un, hümanist bir İtalyan olan Settembrini ile tanışması “akıl hocasıyla tanışması” olarak nitelendirilebilir. Zira bu yaşlı İtalyan kendini insanlığın terakkisi ve eğitimine adamış gönüllü bir eğitmendir. “Yaşamın sorunlu çocuklarından” biri olarak nitelendirdiği Castrop’un eğitimini de seve seve üstlenir. Aynı zaman diliminde Castrop “baştan çıkartıcı kadın, tanrıça” ile de karşılaşır. Evli olmasına rağmen hastalığının verdiği özgürlükle, hayatının dizginlerini ele geçirmiş Frau Clavdia Chauchat. Aslında İlahi Komedya ve Odysseus benzetmeleri, okuyucuya mitos düzeyinde bir okuma için davetiye çıkartıyor. Zira Settembrini Vergilius’u ve Fra Chauchat da Beatrice’i karşılamakta.
Dante--> Hans Castrop Vergilius-->Settembrini Beatrice--> Frau Chauchat
Sanatoryumun uygulamalarından biri olan ve balkonda gerçekleştirilen dinlenme kürü için ne kadar “kısa süre kalacağı” nedeniyle reddetse de, devetüyünden bir battaniye almasıyla “ilk eşiği” aşıyor Castrop. Yukarıya geldiğinden beri şiddetle artan şikâyetleri üzerine kuzeni Joachim’in muayenesine katılan Hans Castrop’un hastalığı teşhis ediliyor ve bir süre sanatoryumda kalması kararlaştırılıyor. Castrop bu duruma şaşırmadığı gibi sezgisel olarak bu dağdan artık gidemeyeceğini “biliyor”. Bu röntgen odası, karanlık hâliyle elbette kahramanımızın yolculuğunda “balinanın karnı”nı temsil ediyor. Sanatoryumdaki yaşam Castrop’u toplumsal baskılardan azat ediyor, Castrop duygularını ve düşüncelerini doru atlar gibi koşturmaya başlıyor Davos’un kar yüklü sırtında. Frau Chauchat’a olan ilgisi herkesçe görülen bir hâle geliyor. Bu aşkta bir çocukluk aşkı da gizli aslında. Mann’in sonradan açığa çıkan günlüklerinde eşcinsel olduğuna dair buluntular mevcut, kahramanımız Hans Castrop da daha ilkokuldayken Hippe Psibislav adlı çekik tatar gözlü bir oğlana ilgi duyuyor, güçlü, ince bir ilgi bu ve aynı çekik tatar gözleri Frau Chauchat’ta da buluyor. Hippe, hemcinsi olması nedeniyle yasaklıyken Frau Chauchat evli olmasıyla yasaklı bir aşk. Hans Castrop yukarılardan düzlükteki hayatı sorgulamaya başlıyor iştahla. Kahramanımız, arzulardan ve gerçeklikten soyutlanmış mekânın katkısıyla, bu süreye kadar elinde gördüğümüz ama okumadığı Büyük Buharlı Gemiler adlı kitabı bir köşeye atıp “beden” üzerine okumalara dalıyor. Anatomi, fizyoloji ve biyoloji üzerine bu okumalarla “Yaşam nedir?” sorusunun ardına düşüyor.
“Ah, evet; yaşam ölmek demektir – allayıp pullamaya gerek yok.” “Yaşam, maddenin değişimine karşın biçimin korunması demektir.” “Yaşam aslında neydi? Sıcaklıktı aslında; biçimi korumaya çalışan süreksizliğin bir ürünüydü ve kendi karmaşık ve iç içe geçmiş yapıları da sürekli olmayan protein moleküllerinin sonsuz çözülümüne ve yeniden yapılanmasına eşlik eden maddenin ısısıydı. Yaşam, aslında var olması olanaksızın var olmasıydı.”
Sonucunda yaşamın, gerçekliği göreceli bir enerji değişimi olduğuna ulaşılıyor. Yapım ve yıkımın durmaksızın birbirlerini takip ettikleri dairesel bir enerji aktarımı. Özellikle Dr. Behrens ile yapılan sohbette insan maddi bir varlıktan ibaret algılanıyor. Kitap boyunca karakterler olsun, sohbetlere ve Castrop’un düşüncelerine konu olan kavramlar olsun hep modernist anlayışı yansıtır şekilde ikilikler üzerine kurulu. Düzlükte asker olmak için dağın büyüsünden kaçan asker Joachim ve büyüye aldanmış sivil Hans Castrop, dünyevi bedenle ilgilenen Doktor Behrens ve ruhani yanla ilgilenen Doktor Krokowski karakter ikiliklerine örnek verilebilecekken beden – ruh, yaşam – ölüm gibi konularda da ikilikler üzerine tartışmalar mevcut. Bir festival sırasında Hans Castrop duygularını en saf hâliyle Frau Chauchat’a açıklasa da Clavdia sanatoryumu terk ediyor, bunun yanında Joachim Ziemmsten da bir buçuk yıllık macerası sonucunda doktorlara karşı çıkarak düzlükte asker olmak ideali uğruna sanatoryumdan ayrılıyor. Böylece Castrop onu yolculuğundan alıkoyan gerçeklik imgesi kuzeni ve dikkatini dağıtan aşkından soyutlanarak dağın daha da derinliklerine ilerliyor. Onu götürmek üzere gelen amcası bile bu büyüyü bozacak kudreti elde edemeyip Castrop’u sanatoryumda bırakıyor. Settembrini ilk adımda Castrop’un akıl hocası olsa da kurgunun oturtulduğu ikiliğin bir neticesi olarak Settembrini’ye karşı bir akıl hocası daha konumlandırılıyor. Yahudi bir aileden gelip daha sonra Cizvit olmuş Naphta eleştirel yönüyle Castrop’un serüvenine katkısını yapmaya başlıyor. Öte yandan dönüşünde Frau Chauchat’a eşlik eden ve kendisiyle duygusal bir ilişki yürüten Hollandalı zengin kahve tüccarı Mynheer Peeperkorn, duygular ve karakter açısından Castrop’un mentoru hâline geliyor.
Settembrini--> Akıl Naphta--> Aklın Sorgulanması Peeperkorn--> Aklın İnkârı/Duygular
Büyülü Dağ’ın özellikle ikinci cildinin oturtulduğu sorun ise tabiat karşısında uygar insanın konumu. Bu karşılaşma özellikle kar ve deniz imgeleri üzerinden yürütülüyor. Deniz ve kar; yükselen yapıları, çağrıştırdıkları sonsuzluk ve tekdüzelik ile birbirlerine benzetilirken, özellikle denizle Castrop’un düzlükteki yaşamında izini sürdüğü tabiata işaret ediliyor çünkü Castrop denize olan ilgisinden gemi mühendisi olmayı seçmişti. Dikkat dağıtıcı unsurlardan da sıyrılan Castrop, tabiata meydan okuyarak dağlara tek başına bir kayak gezisine çıkıyor. Bu gezide Castrop’un yolunu kaybettiği ve çaresiz kaldığı bir kriz anında gördüğü rüya ile hakikate ulaşması dikkat çekicidir. Hakikati, kolektif bilincin bir ürünü olarak tanımladığı bir rüyanın yardımıyla bulması metafizik bilginin onaylanması olarak nitelendirilebilir. Bu rüya Castrop’un serüvenindeki ikilikleri eriten bir pota gibidir âdeta, yaşamın içinde izleri sürülen ölümü akıl algılayamaz çünkü akıl erdemdir, ölümse özgürlük, karmaşa ve şehvet. Hans Castrop, Settembrini ve Naphta’nın öğretilerini aşarak yani akıl ve aklın sorgulanmasını aşarak duygular dünyasına geçer.
Mynheer Peeperkorn, diğer iki hocasına nazaran aptallık ya da akıllılığın ötesinde karakterinden fışkıran, yaşamla ilgili olma hâliyle Castrop’u etkiler. Nitekim Peeperkorn, karakterini yansıtan intihar gibi duygulu ve yaşamla iç içe sıcak bir sonla Castrop’un hikâyesinden ayrılır. Düzlükte hastalığı ilerleyen Joachim’in dönüşünden kısa süre sonra ölüşü ise öte dünyaya ayak basanların gerçekliğe dönüşünün imkânsızlığını vurgular. Peeperkorn’un ölümü üzerine giden Clavdia’nın yokluğuyla ve hastalığının yok denecek kadar azalmasıyla yukarıya bir bağlılığı kalmayan Castrop her şeye rağmen dağdan ayrılmaz. Bu dönemde “büyük uyuşukluğun” esiri hâline gelir. Bu büyük uyuşukluktan onu kurtaran sanatoryuma getirilen gramafon ve plaklar olur. Sanatın keşfi ile Hans Castrop’un ruhu kurtarılır. Ellen Brand adındaki medyum bir genç kızın vesilesiyle düzenlenen ruh çağırma seansları ve bu seanslarda Hans Castrop’un tüm gerçekliğiyle aklın algılayabileceklerinin ötesine şahitliği metafiziğin zaferini ilan eder. Ayrıca aklı sorgulayan mentor Naptha’nın santimantal intiharı duyguların kaçınılmazlığını ifade eder niteliktedir.
Castrop’un serüveni dışarıdan gelen bir müdahale ile “dönüş” aşamasına geçer. I.Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle kahramanımız doğal olmayan bir şekilde dış dünyaya döner, yedi yılın ardından gerçekleşen bu dönüş, yazarın kendi I. Dünya Savaşı travmasını ifşa eder gibidir. Vahşetin kucağına düşen Castrop’un serüveni, en azından okuyucu için bu belirsiz alanda son bulur. Dağın büyüsü dağılmıştır fakat gerçekliğin göreceliği geri dönülmez şekilde sinmiştir kahramanımızın üzerine. Büyülü Dağ, birçok başlık altında katmanlarına ayrılıp okunabilecek bir kurgu. Yazarın kişisel hayatından, döneminin genç Alman entelektüelinden izler taşıyan roman bakış açısına göre binlerce anlam türeten “büyülü” bir roman. Zamanın kevgire döndüğü, saliselerin savrulan saçlarını yakalayan bir dünyaya rağmen zamana meydan okuyan, gerçekliğin ve zamanın karşısına dikilen bir roman Büyülü Dağ.
KAYNAKÇA 1. Mann, T. (2020). Büyülü Dağ I-II. (Kantemir, İ. Çev.) İstanbul: Can Yayınları. 2. Kefeli, E. (2017). Batı Edebiyatında Akımlar. İstanbul: Dergâh Yayınları. 3. Campbell, J. (2017). Kahramanın Sonsuz Yolculuğu. İstanbul: İthaki.

16 Şubat 2021 Salı

Kanını Satan Adam

"Chronicle of a Blood Merchant"

 许三观卖血记 ( Xǔ Sānguān Mài Xuě Jì)



Yu Hua

1995

    Jaguar Kitap’ın başarılı kapak tasarımı sayesinde her görende merak uyandıran “Kanını Satan Adam” nedense edebî değeri ile o kadar geniş bir yankı bulamadı. Aynı yazarın en çok bilinen kitabı “Yaşamak” bu kitabına nazaran Türk okurları arasında daha popüler hâlde. Jaguar Kitap, kapak tasarımı ve çeviride kitabın orijinal dili olan Çincenin tercih edilmesi nedeniyle tebrik edilmeli. Türkiye’de çeviri işi hâlâ ciddi bir sorun olarak karşımızda dururken hep takılı kaldığımız Orta Avrupa’dan ufuklarımızı daha başka diyarlara çekmeye çalışan Jaguar en azından bir çaba içinde. Kanını Satan Adam, kulaktan dolma tanıdığımız Çin hayatını gerçekten tanımak için muazzam bir fırsat. Açıkçası- belki benim cahilliğimden- hiçbir ayrıntılı bilgiye vakıf değildim Çin hakkında, Yu Hua alaycı- gerçekçi diliyle Çin kırsal yaşamının en karmaşık, dalgalı otuz kırk yıllık serüvenini bir solukta anlatıyor okuyucusuna. Sanki oturmuş bir bayram akşamında, büyük aile üyelerinden hep anlatılagelmiş hikâyelerden birini dinliyoruz.



Protagonistimiz Xu Sanguan, babasının ölümü üzerine başka bir adamla evlenip oğlunu bırakan annesinin ardından köye dedesinin ve amcasının yanına döner. Köyde, geçimini topraktan sağlayan insanlar için kazandıkları para hayatlarını idame ettirmek için yetersizdir. Yu Hua en ufak anlatıcı yorumu katmadan kırsal alandaki Çin köylüsünün sefil hâlini gösterir. Köy halkı zamanla şehre gidip para karşılığı kan satmayı bu fakirlik nedeniyle bir gelenek, sağlık göstergesi biçimine sokmuştur. Xu Sanguan da bu kervana katılır hâliyle. Şehre gittiğinde bu âdetin kınanması şehir ve kırsal alan arasındaki farkın altının çizilmesi olarak belirir. “…biz köylüler, siz şehirlilerden daha alışığız mecalimizi harcamaya.” der köylüler, bu farkı iyice vurgulamak için.  İki kâse yani yaklaşık 400 ml kan satarak 35 yuan kazanılabilmektedir, kan köylü halk için kuyu suyu gibidir. Sağlıklıysan nasıl olsa damarların yeniden kanla dolacaktır. Tüm hikâye Xu Sanguan’ın daha iyi bir hayata malik olabilmek, zorlukların içinden çıkabilmek, hatta tabulardan sıyrılabilmek için kan sattığı noktalar üzerinde kurgulanmış. Kitabın orijinal isminden de anlaşılacağı gibi kanını satan Xu Sanguan’ın öyküsüdür bu. Hayatta kalabilmek için kanını satmak zorunda olan Xu Sanguan. Küçük Çin insanının çalkantılı dönemlerde hayatta kalabilmek adına kanını satması onun varlığından parça parça feragat etmesiyle eş değerdir. Kan, tüm toplumlarda bizi hayatta tutan, “mecalimizi” bahşeden kutsal bir sıvıdır- ki Xu Yulan kan satan kocasına “…kanını satmak atalarını satmaktır.” diye karşı çıkar. Fakat yaşananlar onu bile bu ticaretten medet umar hâle getirir. Kan, emek, hayat ve yaşama tutunuşu simgeler.

Yu Hua beş yıllık diş hekimliğinden sonra âdeta çocukluğundaki imajların onu dürtmesiyle yazmaya başlamış olmalı. Beslendiği kaynak tartışmasız onun da şahit olduğu Çin’in absürt tarihi ve bu tarihi yaşayan insanları. Zaten yazar çocukluğunu Xu Sanguan’ın ömrünün geçtiği gibi ufak bir yerleşim yerinde geçirmiş. Yu Hua avangart, büyülü gerçeklik gibi akımlara dahil ediliyor ama yakından baktığınızda o hayatın akıl almazlığını aktarıyor o kadar. Otuz yıl içinde özellikle Kültür Devrimi gibi bir tiyatronun içinden geçmiş insanlar elbette absürt ve avangart olur. Hayat ve insan hep avangarttır, absürttür. Yu Hua da farkındadır bunun, “A calm, orderly society cannot produce such great works.” “Sakin ve düzenli bir toplum böylesine müthiş işlerin üretilmesine izin veremez.” Tüm bu absürtlüğü de usta bir alaycı- gerçekçilikle sunuyor Yu Hua. Daha ilk sayfalarda dede torunun sohbetinin tasviri neyle karşı karşıya olduğumuzu açıklar nitelikte. Yu Hua 1990’larda Çin’de başlayan Alaycı-gerçekçilik akımının temsilcilerinden biri olarak harika bir örnek çıkartıyor ortaya.

1966-1976 yılları arasında Mao yönetiminde yaşanan Kültür Devrimi sırasında adaletin yok oluşu, şiddetin böylesine normalleştirilmesi başlı başına akıl almaz.
1966-1976 yılları arasında Mao yönetiminde yaşanan Kültür Devrimi sırasında adaletin yok oluşu, şiddetin böylesine normalleştirilmesi başlı başına akıl almaz. 

Kitabın kalbi kesinlikle şu cümle: İnsan olmak vicdan ister. Xu Sanguan asla ideal bir insan değil, başlarda evlenmeye bir ticaret anlaşması gibi bakan, toplumun aile ve evlilik bağı üzerindeki baskısına karşı pasif kalan biri ama kesinlikle vicdan sahibi bir kimse. Dokuz yıl sonra kendi oğlu olmadığı açığa çıkan Xu Yile’yi öz oğullarından daha samimice bağrına basıyor Xu Sanguan. Kültür Devrimi sırasında sırf tiyatrolarında bir oyuncu eksik diye Xu Yulan’a orospu damgası vuran rejim karşısında sıcak bir sevgiyle eşini sarmalıyor. Olağanüstü dertler karşısında tüm şehir halkı hasımlıklarını bir yana itip Xu ailesine destek oluyor. Kanını Satan Adam, müthiş bir arka fon sesi gibi Çinin alt kesimlerdeki halkının sel, kıtlık, Kültür Devrimi ile nasıl başa çıktığını mırıldanırken insan vicdanının derinliklerini yokluyor.

Yu Hua’da Yanusari Kabawata ve Franz Kafka’nın izleri rahatlıkla sürülebilir. Yakın Doğu’nun yakın tarihine şöyle bir uzanıp insanın ve hayatın absürtlüğüne dair alaycı bir muhasebe yapıyor Kanını Satan Adam. Bir kızarmış domuz ciğeri ve iki kâse sarı pirinç likörü, lütfen! Biz de her gün kanımızı satmıyor muyuz hayata.


Kızartılmış Domuz Ciğeri, geleneksel bir Çin yemeği, yüksek besin değerleri nedeniyle kan sattıktan sonra tercih ediliyor. Muhtemelen üst sınıftan insanların daha rahat ulaşabildiği bir yemek de olmalı. Kitapta sık sık kelime, ifade ve olay tekrarlarına yer veriliyor. Bu durum Çin’in folklorik anlatılarından beslenilerek kurgulanmış olmalı. Tarif için



Büyülü Dağ " Der Zauberberg" Thomas Mann (1924)

Buddenbrok Ailesi romanı ile edebiyat dünyasının dikkatini çeken, Nobel Edebiyat ödüllü büyük Alman romancısı, zaman üzerine bir başyapıt ...